Yalanlarla Yaşamak

Benim için önemli bir sorgulama olmuştur, düşündüğüm şeyler doğru mu gerçekten yoksa bir yalana mı kaptırıyorum kendimi?


Bilirsiniz mesela müslümanlar ahirete inanırlar ve inandıkları şeylerin asıl gerçek olduğunu söylerler. Budistlere sorsanız bu konuda bambaşka bir cevap alırsınız, kabilede yaşıyan bir insana sorsanız size bu konuda inandıkları bir masalı anlatırlar.


Gerçeğe sığınmayı seçtiğimi görebiliyorum her seferinde. Söylenenlerden hangisi doğru? Kendime söylediğim, kendimce inandığım şeyler gerçekten doğru mu? Yoksa ben kendi sıkıntılarımdan ve dengesizliğimden doğan fikirlere mi kapılıyorum? Deli miyim? Yoksa deliriyor muyum? Eğer gerçeği bilmezsem nasıl mutlu ve sağlıklı olmayı bekleyebilirim?


Hangisinin hakikat, hangisinin deli saçması olduğunu ne belirleyebilir? Kim gerçekten gerçeği biliyor? Yoksa hepsi hakikatin bir ürünü mü?


Kendi bildiğime güvenmeyi seçmem makul geliyor bu noktada. Evet ben böyle hissediyorum ve bu böyledir. Yanıldığımı düşünene kadar böyledir. Hakikati görmeye çalışmak habire yanılıyor muyum acaba diye sormak olmamalı. 


Belki de yanılıyorumdur ama ben bildiğime inanıyorum ki bunun anlamı bildiğime güveniyorum demektir. 


Yalanlarla yaşasam bile, bir masalın parçası olmaktan memnun olurum. Bir hikayeye ait hissedebilirim. Bu hikayenin beni beslemesini beklerim, beni daha bütün hissettirmesini isterim.


Evet; birilerine göre kesinlikle yanlış, kasinlikle sağlıklı değil veya kendime zarar veriyorum. Kim yapmıyor bunu? Kim bir hikayeye ait hissedip de onun içinde rol almayı seçmiyor ki? 


Yalanlara izin vermek istiyorum. Dünya üzerinde birinin toplumun geneli tarafından saçma bulduğu hakikatlere yöneldiğini görmekten keyif alıyorum. İyi ki dünyanın düz olduğunu düşünenler var, iyiki ki koronanın komplo olduğunu düşünenler var, iyi ki bilimin sunduğu gerçekler bize yetmiyor, iyi ki hala dinlere tutunuyoruz. 


Bana iyi hissettiren masallarla yaşamayı seçiyorum. Masalların gerçek olması için yanıp tutuşuyorum. Sert, acımasız, tatsız gerçekleri istemiyorum. Herkesin istediği gerçeği seçmeye hakkı var. Buyrun, istediğinizi seçin.

Yeni’nin Doğası

Bana göre Yeni, herkesin aklanmasıyla alakalı. Tüm canlıların esenliğiyle alakalı. Hatta canlı ve cansız herşeyin onurlandırılmasıyla alakalı.


Yeni , bir buluş ya da yeni bir ideoloji gibi değil. Bizler aracığıyla doğmakta olan bir şey. Her birimizin kalplerinde uyanmasıyla yaşanan bir inisiyasyon. Aynı zamanda eşlik ettiğimiz, başkaları için taşıdığımız yeni bir frekans gibi. İlginçtir ki kalp merkezinden doğuyor, herkesin katılımıyla gerçekleşiyor.


Her defasında kontrol ettiğim, görmeye çalıştığım şey de yeninin doğası oluyor. Acaba karşılaştığım ya da deneyimlediğim şey yeniyle uyumlu mu diye gözetiyorum. Herkes için esenliği taşıyor mu, herkesi kucaklıyor mu diye bakıyorum. Kişisel anlamda bana zihinsel, fiziksel ve ruhsal rahatlığı sunuyor mu diye bakıyorum. Beni sınırlandırıyor mu, kendim olmama izin veriyor mu, sonsuzlukla uyumlu mu diye bakıyorum. 


Her nasıl birilerini göz ardı etmek yeninin doğasıyla uyumlu değilse, aynı şekilde bir yönümü bir parçamı görmezden gelmeye, elimine etmeye çalışmakla da uyumlu değil. Bütün olmakla, tekrardan ilişki kurmakla alakalı. İnsani olmakla, kendine izin vermekle alakalı. 


Ve bu bir süreçte, kimsenin tüm sınavlarını tam notla verme endeşi taşımasına gerek yok ve sürecin kendisi tamamlanmayı da her koşulda vaat ediyor.

Herşeyi Tükettiğimiz Zaman

 

Herşeyi deneyip bir türlü mutluluğu bulamamaktan bahsediyorum. Aydınlığa çıkamadığımız zamanlara bir de yorgunluk, bitkinlinlik ve tükenme ekleniyor.

Daha ne kadar denememiz ve duvara çarmamız gerekiyor ? Neden bu sefer işe yaramadı ? Neden hala bir yere varamamış hissediyoruz ? Gerçekten mutlu olmak için neye ihtiyacımız var ?

Bu tükenme hallerine şükranla bakmalıyız. Bedenimiz bize yorgunluk ve bitkinlik sinyalleri vererek odağımıza geliyor. Hareket kalpten gelmediğinde bedenin de pili çabuk bitiyor olsa gerek. Birşeyler yapmak yerine belki de dinlenmek en iyisidir. Doğrusunu bulmak adına çabamız şimdi tatlı bir arada soluklanabilir. Zihnimiz pes etme noktasında tekrardan tazelenebilir. Pes etmek bir nevi evren sen daha büyüksün demek. Ben kendi aklımla seni istediğim noktaya yönlendirmeye çalıştım fakat senin mekaniğin, planların farklı işliyor demek. Dayatmayı bıraktığımız noktada ne olduğunu anlamak için de bir fırsat buluyoruz.

 

Varlığımız bin bir girdisiyle çıktısıyla yaşama bağlı durumda. Geçmişimiz, gelecek hayallerimiz, ailelerimiz, yaşadığımız yer, beslenme şeklimiz… Bunların her birini tespit etmeye, en kazançlı yollar için çaba harcamaya inanıyorum ki ömrümüz yetmez. Bu uğraşların içinde yaşamı tatmak uğruna yaşamdan uzaklaşabiliriz.

Bütün girdi ve çıktıları kontrol etmek yerine gelene ve gidene izin vermek ve güvenmek gibi seçenekler de mümkün. Kendi hikayemize güvenebiliriz. İyisiyle kötüsüyle biriktirdiğimiz duyumlarımız bizi kendi hikayemize bağlıyorlar. Lütfen hikayelerimizi onurlandıralım. Yaşam bütününe bağlı her bir parçada kutsallığı görebiliriz. Hikayelerimiz asla bu bütünlükten ayrı olmadılar. Belki toplumumuzun şuanki kabullerine göre ayrıştırılmış ya da ötekileştirilmiş hissedebiliriz. Günümüzün tanımlamalarının ötesinde biz her zaman yaşamla bir temas halindeyiz. Lütfen bu bağlantıyı hatırlayalım.

Bize bu algıya götüren birçok yol edinebiliriz. Doğayla temas kurmak bunlardan en kolay akla geleni sanırım. Bize daha büyük bir hikayenin parçası olduğumuzu tekrardan hatırlatıyor. Neşe- keyif- coşku deneyimlediğimiz her deneyim bizi Kalp Merkezine tekrardan bağlıyor. Oradan bütün yaşamla buluştuğumuz ortak alana bağlanıyoruz. Hayatın tadını çıkarmak, bir yandan da şükran duymak bizi besliyor. Bunu çok basit hallerle deneyimleyebiliriz. Özellikle de en çok yorulduğumuz ve tükendiğimiz zamanlarda. Sadece nefes almak bile tekrardan tatlı bir hale gelebilir.

Acıyı duyumsadığımız anlar böyle olmuyor tabi. Ben neden şuan doğrulamıyorum diye kızmak nafile. Kendimizi yatağa kapatmak, uyuşturucu maddeleriyle uyuşturmak yerine, kendimizi açmayı deneyebiliriz. Bedenimizde acının akmasına izin verebiliriz. Ellerimizi kalbimize götürüp kendimizi dinleyebiliriz. Acının bize ne anlattığını dinleyebiliriz.

Duymayıp görmezden geldiğimizde , bastırmaya çalıştığımızda tohum halinde saklıyoruz onları. Yaşamla tekrardan temas kurduğumuzda bu tohumlar da beslenmeye ve filizlenmeye başlıyor.

Doğal Tarımla uğraşan birisi istenmeyen yabani otların aslında toprağı şifalandırmak için tekrar tekrar çıktığını söylemişti. Bunlara izin vermemizi ve büyütmek istediğimiz bitkilerin tohumlarını düzenli olarak saçmamızı öneriyordu.

Acı tohumlarımızın olgunlaşmalarına izin verelim. Bazılarını belki toplum içerisinde hiç duymadık, dile gelmediler. Bu yaşamda yeri yok diye düşündük. Yalnız değiliz, ortak bir kaderi paylaşıyoruz. İnanıyorum ki biz acılarımızı meşrulaştırdıkça, dile getirdikçe karşılık bulacaklar ve şifalanacaklar.

Acıyı yorumlarken kendi eksikliğimize ve yetersizliğimize dem vurmuya alışığız. Herkes en güzelini ve en iyisini hak ediyor. Mutluluğumuzu koşullandırmaya gerek var mı ? Anda huzuru ve mutluluğu bulmak için araya şartlar ve olması gerekenler koymayalım. En güzelini deneyimlemek için hazırız.

Hepimizin hikayesi farklı. Herkese yönelik bir formül vermek mümkün mü ? Biz yaşamın akımıyla rezonansa girdiğimizde inanıyorum ki şifa da geliyor. Acelesi yok değil mi? Yaşama yer açmaya bakalım biraz da. Her bir sıkıntının kendi hikayesini anlatması için bekleyelim, kendi bilgeliğini getirmesi için. Kim bilir ne söyleyecek bize ? Herşeyi bildiğimizi düşündüğümüz anda daha neler neler bilmediğimizi gösterecek.

Anne Frank’in Ölümü

images (31)
Umut gerçekten güçlü bir araç. Eğer ki kendinizle ilgili gelecek için umudunuz, güzel hayalleriniz varsa hem kalbinizle hem benliğinizle hem de yaşamla rezonansa giriyorsunuz demektir.
Ve umudunuz size şöyle der; evet bu gerçekleşebilir, gerçekleşecek de.
Beni en çok üzen ve bu konuda düşündüren şey ise gerçekten umut edenin istediği noktaya ulaşamaması istediği açılımı ya da tamamlanmayı yaşayamaması. Anne Frank bunun için güçlü bir örnek. Çok iyi bilmesem de uzun süre günlük tutan, umudunu sürekli aktif tutan ve genç yaşta toplama kampında ölen birisi olduğunu biliyorum.
Aklıma geldikçe de hiddetleniyorum. Yaşam buna nasıl izin verebilir? Nasıl bu olay yaşanmış olabilir? Tanrı’ya inanan birisi bunu Tanrı nasıl bunu görmezden gelebilir diye sorabilir.
Ben yaşama iyiliğe ve güzelliğe güvenmeyi seçtiğimde bu tarz olaylar güvenimi altüst edebiliyor.
Öncelikle umut doğası gereği açıktır. Tam olarak çalışmasını bekleyebileceğimiz katı bir formül değildir. Aynı zamanda yapılması gerekenleri net bir şekilde belirlemez. Çekirdekte bize iyiliği, güzelliği, tamamlanmayı sunar fakat nasıl olacağı hep değişebilir.
Aynı zamanda umut savunmasızdır diyebiliriz, olumlu manada. Hayallerinizin gerçekleşmesini umarken herhangi bir aksi fikir sizi caydırabilir ve umutsuzluğa itebilir. Ne olduğu hiç önemli değildir. Sizi en savunmasız noktanızdan yakalar. Fakat asıl güçlü olan savunmasız halde gelen olumsuzluğa izin vermek, ağırlayabilmektir. Hem kendimizi kendimizden mi savunacağız? Tüm yaşamlar tamamlanmayı, yaşamın en güzelini doğuştan hak ederler. Hakikati hangi fikir sarsabilir?
quest house rumi ile ilgili görsel sonucu
Bir diğer mesele ise umut edilen gerçekliğin sadece bizim tamamlanmamızı, esenliğimizi içermediğidir. Kalpten gelen umut benliğimizle ve yaşamla rezonansa giriyorsa bütünün muradına hizmet eder.  Umutlarımızın gerçekleşmesinde herkesin payı vardır. Bu yüzdendir ki tamamlanma bütünün katılımına ve hizmetine muhtaçtır.

Maitreya

Maitreya buddha ile ilgili görsel sonucu

 

Buda ölmeden önce kendisinden sonra başka bir Buda’nın geleceğini haberdar ediyor. Ona Maitreya diyor. Bu kelimenin anlamı ise ‘arkadaş’.

 

Yaşadığımız dönemde sayısız sahte peygamberin yanında gerçek kahramanların, gerçek guruların gerçek meleklerin de yeryüzünde insalığa hizmet ettiğini biliyoruz. Deneyimlediğimiz o kadar çok alan var ki her birinde bir kurtarıcıya rastlayabiliyoruz. Her dinin, her ideolojinin altında bir kurtarıcının varlığını bulabiliyoruz.

Kurtarıcı tanımı dünya geneli için tek bir kişi olmaktan çıkıyor artık bir ünvan haline geliyor. Hangi alanda çalışıyor olursa olsun hizmet ettikçe kimliğini bırakan, bütüne bağlanan her kişiye mehdiyeti yakıştırabiliyoruz. Birçok örnek isim verilebilir.

Aydınlanmış ya da mehdiyet denilen makama ulaşmış kişinin benim için çok önemli bir özelliği taşıması gerekiyor. Arkadaş olabilmesi.

İletişim kurduğumuz kişi kurduğumuz iletişime göre birçok role bürünebilir. Art niyetli ya da dost canlısı olabilir, benden üstün ya da benden ezik olabilir, yabancı veya tanıdık olabilir, öğretmen ya da öğrenci olabilir… Fakat arkadaş olması bir başka bedende sen olmasıdır. Seninle yanyana yürümesidir. Aradaki sınıfları ve ikililiği kaldıran ve seninle sen olabilen kişi arkadaştır. İşte bu ilişkide muazzam bir sevgi de doğar. Artık iki arkadaş aynı zamanda sevgilidir de. Birbirlerini koşulsuz severler, kollarlar. Birbirlerine karşı ayıpları kalmaz. Gizli saklı kalmaz. İki gönül birbirinin yanında rahattır. Bu ilişkiden güç doğar, sevgi doğar, şifalanmaya alan açılır. İşte bu yüzden dünyadaki bütün mehdiyet hikayelerinin arasında beni en derinden etkileyen Maitreya’dır.

Sevgili

Yalnızlık beliriyor gönlümde. Ama bu susuzluğu giderebilecek ne eş ne dost var çevremde. Gönlüm bilir ancak kendisiyle olması, kendisiyle karşılaşması doyurabilir, sevgiyle doldurabilir. Ve gönlüm bilir her gönül aynadır ötekine.
Kim cesaret eder karşılaşmaya? Karşılaşma cesaret ister, kendinden geçip kendini açmanı bekler.
Kim istemez silahlarını bırakmayı, üzerindeki asırlık yorgunluğu atmayı, en tatlı kucakta soluklanmayı, uzun çabadan sonra tekrardan eve varmayı.
Varsın zararıyla gelsin, açık bulup saldırmaya gelsin. İki elim de açık her gelene. İki elim de açık sevgiliye.
Yeter ki bilsin ben de ona geldim. Gönlünü başkasına değil kendisine açtığını bilsin.

05.11.2019

Sanki bir buluşmaya, kutlamaya gitmişim fakat kimse gelmemiş. Boş salonda süslemeler arasında kendimi yalnız hissediyorum. Sanki herşey hazır, katılımcılar hariç. Kimse olmayınca bir kutlama da gerçekleşmiyor.

Bunu herhangi birine anlatsam bana aynı tepkiyi vereceğini biliyorum. Kendine yetmeyi öğrenmelisin, kendi kalbini beslemeyi öğrenmelisin.
Bu tarz fikirlere kapalı kalmayı sürdürmeyi seçiyorum.

Yaşam bize sonsuz sayıda deneyim fırsatı sunuyor. An, herşeyi mümkün kılabilecek bir potansiyele sahip. İçinde bulunduğumuz ağırlık ve olasılıksızlık normalitemiz olduğundan ferahlatıcı, kolay ve keyifli deneyimler uçuk kaçabiliyor.

İnsanların olasılıksızlık, umutsuzluk ve kötümser fikirlerini başkalarına dayatması ve hakikatmişçesine tutunmaları ve birbirlerine bu gerçeklikleri onaylatmaları ilginç bir durum. Herkes beslenmek istediği yemeği seçiyor.

Şu da var tabi, kim ister mutsuz olmayı? Hepimizin en büyük çabası değil mi rahata ve feraha ulaşmak? Hiç yalnız kalmamak, sevdiklerimizle hep iyi anlaşmak? Mutlu olmak.

Bunun nasıl olacağına dair herkesin cahilliği ortada. Kimse nasıl olabileceğini adamakıllı bilmiyor. Bize fayda sağlamış eski fikirler, aile büyüklerimizin güvenilir yönlendirmeleri bizim en geçerli patikalarımızı çiziyor. Bunların ise bizi mutlu etmekten çok korku ve endişeyle bastırdığını görüyoruz.

Zaten elde de yalnızlığına çekilip toparlanmak, kendini beslemek ve olasılıklara açmak kalıyor.

Hayallerimizi Gerçekleştirmek

Screenshot_20181227-131743~2.png

 

 Sanırım büyüme sırasında öyle bir aşama var ki insan kendine hayallerini gerçekleştirmeyi yakıştıramıyor. Hayalleri gerçekleştirmek, dizilerde ve filmlerde geçen güzel şeylerden biri gibi geliyor kulağa. Gerçek dediği şeyin içinde çevresindeki insanların çoğu bir şekilde hayatta kalmaya çalışmış, bazıları bunu başarılı bir şekilde yapmış ve gerçeğin içindeki en mantıklı amaç bu başarılı olanlardan olmak olmuş. O dizilerde ve filmlerde geçen hayaller başarılı hayatın yan ürünleri olarak kalmış. Hem kim gerçekleştiriyorki hayallerini.
İnsan kendi değerini dünya standartlarında belirlemeli. Yaşadığı yerin biçtiği standartlardan çok varoluşsal değerini de hatırlatmalı kendine.
  İnsanın dünyadaki yeri ve anlamı nedir? Bu sorunun cevabına çok da gerek yok bence. Sorunun kendisi zaten insanın anlamının dünyadan bağımsız olmayacağını ve salt dünya üzerinde bir mana ifade ettiğini görmesi yetiyor. İnsanı diğer şeylerden üstün tutmaz,  her canlının her bir zerrenin yaşamda ifade bulması da bundandır. Varoluşun her bir biçimi birşeyler anlatır.
 Sonsuzluk her ne kadar zihinsel bir karşılığı olmayan bir kelime olsa da güçlü manasını koruyor. Sonsuzluğu anlamak bir çok şeyi anlamamızda kapıyı da aralıyor. Sonsuzluğu deneyimlemek ise bizi sonsuzluktan da geniş tutuyor. İçerlerde bir yerlerde sonsuzluğu deneyimlediğimiz, hayallerimizi gerçekleştirdiğimiz, kendi değerimizi tekrardan tahsis ettiğimiz bir alan var. Yine içeride bir yerlerde belki de en doğru ifadeyle kalplerimizde sonsuz olana, özgür ve bağımsız olana, herşeyle bütün olana dair bir gerçeklik var.
 Bazen cennetten sarkan bir halatı çekiyormuşum gibi hissediyorum. Meraklıyım ve göğün ışıltısı her seferinde beni büyülüyor. Çekmeye devam ediyorum ve cenneti aşağı getirmeye çalışıyorum fakat başka insanlarla beraber çeksem daha kolay olacağını biliyorum. İnsanların çoğu manasız buluyor, boşa çaba. Hem ne biliyorsun kötü birşey gelmeyeceğini? diyorlar. Böylesine büyüleyici bir ışıktan neden kötü bişey gelsin? Neden sadece görüntüsüne güvenmeyeyim? Neden kötü bir senaryonun kurbanı olayım?
 Ve sonrasında filmler ve diziler eşlik etmeye başlıyorlar hayallerime. Sanatçıların ilhamlarıyla ürünlerini nerelerden damıttıklarını görüyorum ve sadece bana değil izleyen herkese bir armağan olarak geliyor. Sanki bir anlamda yaşamı kutsuyorlar. O zaman yaşadığım yerden çıkıp farklı bir meclise dahil oluyorum. Herkesin birbirini bildiği ve beslediği bir meclis. Nerede nasıl yaşadıklarını bilmediğim fakat kalben buluştuğumuzu, bir olduğumuzu bildiğim bir meclis. Bu mecliste herşey mevcut.
 Ve halatı çekmeye devam ediyorum, sırf aldığım keyiften sıkı sıkıya sarılıyorum halata.

KADER

 karma

İnsan kendini herşeye hükmedebilecekmiş gibi görebiliyor. Belki de aldığım eğitim ve günümüzün bilimselliği beni böyle düşünmeye yöneltiyordur. Belki de efendisiyizdir. Ama yegane, sarsılmaz yasamız her zaman kenatda durucaktır. Bu sadece egonun alengirli evrensel dansıdır.

Yenilmeye demiyeceğim ama bu tarz bir vazgeçişin ürünü olarak kadere saygıyla eğiliyorum. Benden büyüksün. Benden daha güçlüsün. Bu yüzden seninle çatışmak yerine yeri geldiğinde tüm ağırlığımla acı çekmeyi yeri geldiğinde de mutlu olmayı, kendi köşeme çekilip nefes almayı seçiyorum.

Tanrım, yegane dostum, beni bilen; dertlerimi, kafa karışıklığımı, türlü yorgunluğumu sana bırakıyorum. Alırsın hepsini, kendinde çözersin, bana sevgini ve sıcaklığını sunarsın. Hikmetine hayranım, sende tatminim. Bana seninle olmayı bahşet. Türlü oyunları aş, beni yakala. Unutsam da seni çık gel karşıma. Ben sana tekrar tekrar aşık olayım. Hükmedemediğim hayatım senin olsun, beni al senin olsun. Hiçbiri işe yaramaz, istediğim sadece sadetindir. Kör zihnim açtığı alanı dolduramaz, dolduran sensin.

Kaybolmak

1356

İşin başlangıcı can sıkıntısında. Zaten böyle bir şeyi ancak işsiz olan, işini sevmeyen ya da işi bu olan biri yapar. Olayın doğuşu can sıkıntısı olabilir fakat olayı besleyen amaç bir şey bulma arzusu diyebiliriz. Varolduğun ortamda olmayan bir şey. Senin için yeni olmalı. Her an arayışın ve yeninin içinde olmak gibi. Bir yerden sonra bir şey bulmayı bırakıp eylemin kendisinden kolaylıkla tat alabiliyorsun. Kayıp bir şekilde dolanmaktan bahsediyorum.

Şehirler benim ormanım, Ankara benim ormanım. Kaybolmaktan çekinmiyorum. Kuralları, merkezleri, istasyonları, neyin ne işe yaradığını, neyin neden konduğunu az çok biliyorum. Bu bilgiler bana kaybolabilme rahatlığını sunuyor. Nereye varırsam varayım dönmek isteğim yere dönebilirim, bazen dönmek istemesem de.

1362.jpg

Bu olay ne zaman başladı tam hatırlamıyorum ama hayırlı Ramazan akşamlarında başladığını söyleyebilirim. Can sıkıntısından tam iftar vakitlerinde dışarıda dolaşmaya başlamıştım. Kimsenin o saatte dışarıda olmaması hoşuma gidiyordu ama gittiğim yerler bildiğim yerlerdi ve sıkılmaya başlamıştım. Yaklaşık 10 küsür yıldır aynı yerde oturmamıza rağmen sapmadığım yollar çoktu. Ben de denemeye başladım. Birbirine benzeyen apartmanlar, boş araziler ve farklı tipler arasında dolandım durdum. En azından yeni bir şey yapıyordum. Ne zaman yorulursam bulduğum bir parkta dinleniyor sonra evin yolunu tutuyordum.

1361

Bunu geliştirmek gibi bir amacım yoktu ama yaşadığım can sıkıntıları ve yalnızlık beni buna itiyordu. Geçen sene İstanbul’a gittiğimde 3 gün boyunca kaybolarak gezdim. Zaten sık sık yine dışarı çıktığım ya da aynı yere birden fazla kez gidiyorsam farklı yollar denediğim de oluyordu. Bu tarz deneyimlerle pekişti de pekişti. Fakat içimde bir fazlalık ve eksiklikle dolaşmaya başladım. Evet bir şeylerle kendimi dolduruyordum bu gezilerde fakat bu doluluğu dışarıya aktaramıyordum. Önce hissettiğim tatminkarlığı dışarıya vurmaya çalıştım. Gülümseyerek dolaştım ya da küçük bir yamaç ya da merdiven gördüğümde coşkuyla koşuyordum. Yetmediğini anladığımda fotoğraflar çekmeye başladım. Hem kendimi hem gördüklerimi çekiyordum.

1351

Bunlar beni duygusal olarak bir nebze boşaltsa da asıl zihnimdeki kalabalığı boşaltmam gerektiğini farkettim. Yol boyunca konu konu düşüncelerim akış halindeydi fakat hissettiğim duygularla gelen çıkarımlar, o an söylemek istediklerim benden başkasına iletiliyordu. Malesef kendi kendime yaşadığım tatminat da yeterli olmuyordu. İçimde bir açlık olduğunu biliyordum, sesimi duyurma açlığıydı bu. Beni anlamadığını, anlamayacağını düşündüğüm insanların yanında yaşamaktan doğan bir açlıktı. Kendimi onların yanında ifade edememenin getirdiği bir içe büyümeydi. Olduğu kadar ifade etmeliydim. Dışarıya akmalıydı. Aynı zamanda bunlar takdir edilmeli ya da onaylanmalıydı. Ben zaten onaylıyordum ve takdir ediyordum fakat dışarıdan görmem gerekiyordu. Bu aile gibi ana bir oluşumun veremediği bir boşluktu ve nasıl dolduracağımı bilmiyordum.

İşte bundan dolayı buraya yazma ve paylaşma fikri doğdu. Aslında en güzeli gezerken ses kayıtı yapmak diyorum, hepsini hatırlamak zor çünkü. Fakat bu sefer de oturup ses kaydını tekrar dinleyip yazma zahmetine giricem. O sırada yazmak da ayrı gıcık bir mesele. Bir yandan yürüyüp bir yandan da yazamam. Her durumda bir şeyler eksik olacak. Ayrıca buraya yazma fikrinden doğan acaba beğenilecek mi beğenilmeyecek mi kaygısıyla değerli şeyler düşünmeye, kaydetmeye çalışacağım. Bu da asıl gezimin vereceği tatminatı düşürücektir.

1369

İşte bu noktadan güzel bir yere vardım. Bir meditasyonda asıl amaç benim için her zaman diğer öğeleri arkada bırakıp meditasyon yaptığım şey olmaktı sadece. Bu bana derin bir saflık algısı getiriyordu. Bir işi yaparken de aynı saflığı yaşamak istiyordum. Bir şeyi yaptığımda sadece onun tadını alayım istiyordum, araya ne bir söz ne bir endişe ne de farklı bir duygu girsin istiyordum. Hayat ve ben böyle değiliz ama. Bütüncül baktığımızda birden fazlayız. Bu birçok şeyi kucakta tutmak gibi ve beni zorluyor. Kendimin en saçma en ezik en işe yaramaz en beceriksiz taraflarımı kesip atıp pozitif bir benlikle kalmak istiyorum. Ama hayat bu değil. Bunu doğanın içinde farketmek daha kolay. Hepsine izin vermek, onlardan korkmamak, onlar yüzünden sevilmeyeceğini düşünmemek aslında bu korku ve düşüncelere de bir yandan izin verebilmek, bunu da pek başaramamak… İşte yapmak istediğim bu. Olduğu gibi olanı sunmak…

1377.jpg